Kutlu Adalı Suikasti
Suç örgütü lideri Sedat Peker’in itirafları çoktan 2021 yılının en önemli olayları arasında yerini aldı. İtiraflardan okuduğumuz bir çok suç duyurusu AKP iktidarı ile ilişkiliyken, 2002 öncesinin mafya-devlet ilişkilerine işaret eden bazı detaylar da ortalığa saçıldı. O suç duyularından bir tanesi var ki, aslında itiraflar arasındaki en önemli konulardan birisine işaret ediyor; Kutlu Adalı suikastı. Hemen açıklayalım.
Her ne kadar Peker ısrarla itiraflarının devleti uluslararası arenada zan altında bırakmayacağını iddia ediyor olsa da, hatırlamakta fayda var, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ‘bağımsız’ bir devlet ve Kutlu Adalı bu bağımsız devletin vatandaşı olan muhalif bir gazeteciydi. Bu hatırlama eyleminin bize gösterdiği şey, Peker’in itiraflarından yola çıkarsak, Kutlu Adalı’nın başka bir ülkenin vatandaşları ve devlet memurlarınca organize bir şekilde katledildiği.
Suikast Kıbrıslı Türk yöneticinin gözleri önünde gerçekleşen bir dizi olayın akabinde, tam da Adalı’nın yazılarında ısrarla parmak bastığı gibi, Anavatan olduğu iddiasındaki Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ‘yavrusu’ olduğunu düşündüğü Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki gizli kapaklı işlerinin sonucunda gerçekleşmişti.
Bu suikaste giden süreç, bilgi arkeolojisi yaparak 1950’lere kadar gitmek istemiyorsak, 1996’nın Mart ayında Mağusa kırsalında bulunan Aziz Barnabas Manastır ve İkona Müzesinde yaşanan ilginç bir olay ile başlamıştı.
AZİZ BARNABAS SOYGUNU
14 Mart 1996, Saat 19:00
O gün Manastırı korumakla görevli iki bekçiden biri olan Mustafa Alikor’un ifadesinden anlaşılacağı üzere, onbeş kadar asker ve başlarında soyadının Koparır olduğu anlaşılan bir Albay 19:00 silahlı bir şekilde müzeye gelirler. Albay tarafından, bekçilere bir askeri operasyon yapıldığı, önemli bir şey olmadığı ve kendilerinin bir süre bir odada beklemeleri gerektiği bildilir.
Bekçiler kısa süre sonra Müzeye plakasının CV 765 olduğunu hatırlayacakları bir beyaz Reno Toros 12 ile dört sivil kişinin daha geldiğini görür.
Yine bekçilerin ifadesine göre, saat 21:00 civarında alışıldığı üzere ada polisini arayarak bilgi vermeleri gerektiğini askerlere bildirirler. Askerler her ne kadar buna olumlu cevap verse de, polise her şeyin yolunda olduğu, bir istisnai durum olmadığı bilgisinin verilmesini isterler. Anlaşılan, Kıbrıs polisinin askerin gerçekleştirdiği operasyondan haberi yoktur, ilginç.
Operasyon başladıktan DÖRT saat sonra, bekçiler serbest bırakılır, ilk iş olarak da değerli ikonaları kontrol ederler, hepsi yerindedir. Gece bölgede devriye görevi yürütmekte olan Şinasi Konur dışında olayı kimseye bildirmemeyi tercih ederler.
Şinasi Konur ertesi gün vereceği ifadesinde “Barnabas’a gelmek üzere Alasya Harabelerinden ayrıldığımda Tuzla-Lefkoşa yol kavşağında siyahi Reno 21 askeri plakalı bir araç ve hemen arkasında yeşil renkli Fort Transit marka iki araç ile karşılaştım” der. Bu araçlar, bekçilerin ifadelerine göre Barnabas’a gelen askerleri getiren araçlardan farklıdır.
15 Mart, Sabah 09:00
Sabahın ilk ışıklarıyla müze binasının doğusunda, Aziz Barnabas’ın mezarının bulunduğu yeraltı odasının kuzeydoğusundaki orijinal giriş kısmında (Dromos’da) kazı yapıldığı ve bir kısım toprak ile iki taşın dış avluya taşınıp bırakıldığını anlarlar. Acilen müzenin bağlı olduğu, Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı bünyesindeki Eski Eserler ve Müzeler Dairesine haber verirler.
Daireden ve Mağusa Emniyet Müdürlüğünden memurlar olay yerine ulaşırlar. Bekçilerin ifade ettiği gibi tarihi mezarda kazı yapılmıştır, ancak hem Emniyet’ten Adli Şube Amiri Tema Irkad’ın, hem de Müzeler Dairesinden Arkeolog Nusret Mahirel’in ifadelerine göre Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı’ndan büyütecek bir şey olmadığı ve soruşturmayı ileri götürmemeleri gerektiği yönünde uyarı gelir.
Basından 4 Kritik Soru
GKK’nın olaya müdahil olması ve duruma dair bir bilginin kendilerine verilmemiş olmasından rahatsız olan dönemin Milli Eğitim ve Kültür Bakanı Ahmet Derya ilerleyen yıllarda verdiği röportajlarda bu olayın basına sızdırılması gerektiği sonucuna vardığını, bunun için de Özel Kalem Müdürü aracılığıyla Kıbrıs Gazetesi’ne dosyanın bir kopyası ulaştırdığını söyleyecekti.
Ahmet Derya haklı olacak ki, üstü ısrarla örtülmeye çalışılan bu olay ertesi gün 16 Mart’ta Kıbrıs Gazetesi’nin manşetlerine yansır.
Bir gün sonra ise sol eğilimli Yenidüzen gazetesi, “St. Barnabasta Giz Perdesi” manşetiyle hükümete kritik 4 soru yöneltir:
(1) Asker gibi hareket eden saldırganlar baskını nasıl bu kadar rahat gerçekleştirmiştir?
(2) Baskında kullanılan araçlar (adanın Özel Harp Dairesi gibi hareket eden) Sivil Savunma Teşkilatına mı aittir?
(3) Çok değerli ikonalara dokunmak yerine, mezarı kazan kişiler ‘74 Harekatında Rumlardan alıkonulan mücevherleri mi aramıştır?
(4) Neden hala bir açıklama yoktur ve acaba polis olayı gerçekten de soruşturuyor mudur?
Rumlardan Toplanan Ganimetler İddiası
Yenidüzen'in üçüncü sorusundaki iddianın arka planı 1974 Harekatına uzanıyor.
Harekatta Türk Silahlı Kuvvetlerinin girdiği bölgelerde Rumlar evlerini, manastırlarını, bankalarını terk ederek güneye kaçmıştır. Bu o kadar hızlı bir kaçıştır ki, geride bir çok değerli para, mücevher ve kiliselerdeki sanat eserleri kalır.
Bu malların yağmalandığı iddiası yıllarca Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ağrıtacak ve adada fısıltı gazetesiyle yayılan dedikoduları beraberinde getirecektir. Barnabas Olayıyla ilgili iddiaya göre, o gün harekatta görevli bir albay toplattığı bazı ganimetleri Barnabas Manastırındaki mağaraya gömdürmüştür.
O albay yıllar sonra emekli olmuş, bazı kişilere gömülen ganimetten bahsetmiş, bu yüzden de Manastır’a düzenledikleri gizli kapaklı baskında o mağarada bunun için kazı yapmışlardır.
‘Bu Yanlıştır, Olmaması Gerekirdi’
Olayla ilgili bir açıklama ancak 5 gün sonra, dönemin KKTC Başbakanı Hakkı Atun’dan gelir; Bir ihbarı doğrulamak amacıyla, manastıra gidilerek askeri bir operasyon düzenlendiğini söyler. Bu açıklama kimseyi tatmin etmez.
22 Mart’ta, Cumhuriyet Meclisi’ndeki oturumda, dönemin Başbakan Yardımcısı Mehmet Ali Talat olayın vahametini gösteren bir konuşma yapar. Operasyonun resmi askeri birimler ya da Çevik Kuvvet tarafından yapılması gerektiğini belirtir ve ekler;
“Bu bir yanlışlıktır, bunu söylüyoruz, bunu teslim ediyoruz, bu yanlıştır, olmaması gerekirdi. Ama niye oldu, benim kadar siz de biliyorsunuz niye olduğunu.”
Kutlu Adalı’nın Olaya Yaklaşımı
Adanın önemli simalarından birisi olan Kutlu Adalı, 1960’tan önce Nacak’ta yazı işleri müdürlüğü, 60 sonrası yıllarca Rauf Denktaş’ın özel sekreterliği ya da bazı devlet kurumlarında memurluk görevleri gibi adanın ayrılıkçı Türk siyasi bloğunun içinde görevler almıştı.
Adalı’nın Rauf Denktaş ve çevresindeki blokla yolları 1980’lerin sonlarında tamamen kopmuş ve kendisi muhalif bir isim olarak Yenidüzen’de yazmaya başlamıştı. Yazıları eleştireldi, Denktaş gibi isimlerin aksine Kıbrıslılık kavramını öne çıkarıyor, tek devletli çözümü savunuyordu. Bazıları için kritik noktalara parmak basıyor olacak ki, tehditler almış, hatta evi dahi kurşunlanmıştı.
Adalı’nın pozisyonunu çok daha sertleştirecek olay Barnabas’taki soygun ve bilhassa da olayın Ankara ve Lefkoşa yönetimleri arasındaki çarpık ilişki ağını iyice gün yüzüne çıkarmış olmasıydı.
23 Mart’taki “Başbakana Düşen” başlıklı yazısıyla Adalı sivil yöneticileri topa tutar, Başbakan Hakkı Atun’un bu operasyondan gerçekten de haberi olup olmadığını sorar ve daha da önemlisi bu olay ile ilgili yöneticilerin Türkiye Cumhuriyeti’nden bir açıklama talep etmeleri, hatta ilk uçakla soluğu Ankara’da almış olmaları gerektiğini vurgular.
Adalı’ya Yönelik Tehditler
Adalı’nın 2 Nisan’daki “Demokrasi Herkese Lazım” başlıklı yazısı ise gelmekte olanın habercisi, katillerinin kim olduğuna dönük bir ipucu gibidir;
“Evimin telefonu en uygunsuz saatlerde çalıyor…Kimi bela veriyor, kimi aşağılıyor, kimi elimizi ayağımızı kırmaktan söz ediyor…
…St. Barnabas baskınının önemi ve özelliği nedir ki, böyle hışımla üzerime varıyorlar? Yazılanların doğruluğundan mı tedirgin oluyorlar? Sivil toplum olmamızdan mı korkuyorlar? Demokrasi ve barış, niçin bir takım kişileri korkutuyor?”
Kıbrıs Harekatı sonrası Kıbrıs Türklerinin devletleşme sürecinde ortaya çıkan Sivil Savunma Teşkilatının başkanları Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından atanmaktadır. Bugün AFAD’a benzer bir işleve sahip olan teşkilat, o dönemde Kıbrıs’ın muhalif isimlerince Türkiye’nin Özel Harp Dairesine benzetilir. Ankara’da güvenlik bürokrasisinin Kıbrıs’ta bir “faaliyeti” olacaksa iletişime geçilen yer bu teşkilattır.
Kutlu Adalı da bu teşkilatın Aziz Barnabas Olayındaki sorumluluğunun üstünde durur ve bu Teşkilatın sorumluluğunun ne olduğunu sorgular. Teşkilatın Başkanı olan Galip Mendi bu sorunun muhatabıdır ve bir gün Yenidüzen gazetesini arar. Kutlu Adalı ile konuştuğu ve gazeteciyi tehdit ettiği iddia edilir. Galip Mendi yıllar sonra AİHM’de vereceği ifadede o konuşmanın barışçıl olduğunu söyleyecektir.
1996 yılında Galip Mendi Türkiye’ye geri dönmüş, adaya 2000-2002 yılları arasında GKK Komutanı olarak tekrar gelmişti. Belirtmek gerekir ki, 1984 yılında yapılan bir yasa değişikliğiyle, KKTC Polisi GKK’ya, dolayısıyla Türk Silahlı Kuvvetlerine bağlanmıştı. Yani Galip Mendi adı bir suikast ile anılırken, adaya polisin başında geri dönmüştü.
Yöneticilerin sessizliği, Ankara-Lefkoşa ilişkileri, askerlerin adanın sivil yönetimine müdaheleleri Kutlu Adalı’nın 4 Temmuz’daki yazısında eleştirilerinin iyice sertleşmesini beraberinde getirir;
“...Devlet (KKTC’yi belirtiyor) dediğin kuruluşun başı dik olur. Siyasal ve bağımsız erk sahibi olan halkı, nüfusu, başkanı, hükümeti, meclisi, kurum ve kuruluşları olur. Dış denetlemelere, baskılara, dayatmalara bağlı olmaz. Devlet Başkanı, kendi devletini temsil eder. Devlet Adamı, kendi yönetimi altında örgütlenmiş halkına karşı sorumluluk duyar...
Sizin yüzünüzden bu toplum rüyasında bile görmediği suçları ve çirkinlikleri görmeye başladı...
Gerçek şu ki, maalesef KKTC Dingonun Hanından daha beterdir…”
Bu yazı belki de birileri için bardağı taşıran damladır, devlet için gereğinin yapılması emri çıkar bir yerlerden. Adalı’nın yazısından iki gün sonra 6 Temmuz saat 23:00 sularında, evinin önüne gelen 4-6 kişi Kutlu Adalı’yı evinin dışına çağırır ya da çıkmaya zorlar ve Uzi marka bir silah ile gazeteciyi evinin önünde öldürürler. Eşi İlkay Adalı’ya komşularının söylediklerine göre, katillerin ona son sözü “Bunu hak ettin” olur.
Adalı’nın cesedini ilk gören o gün 14 yaşındaki Erinç Aydınova olur. O gün sokak lambalarının çalışmadığını, her yerin karanlık olduğunu söyler ancak bu durum bir türlü aydınlatılamaz. Bir yaz günü, Kıbrıs gibi bir yerde insanlar genelde balkon, bahçe veya teraslarında otururlar. Erinç Aydınova da böyle hatırlıyor, ve yıllar sonra vereceği Yenidüzen’e verdiği bir röportajda ekliyor ‘cinayeti kimsenin görmemiş olması beni hep şaşırttı’.
Suikastın haberi polise ulaşır ulaşmaz, Lefkoşa’ya tüm giriş ve çıkışlar kesilir. Olayın hemen bütün tanık ifadelerinde Çevik Kuvvet ve Özel Harekat polislerinin BEŞ dakika gibi kısa bir sürede bölgeye intikal ettikleri belirtilir.
Komşular bir aracın evin karşısında bulunan tek şerit yoldan giderek Şehit Ecvet Yusuf Caddesine doğru kaçtıklarını söylerler. Bu bilgi önemlidir çünkü bu yol Adalı’nın evine 300 mt. uzaklıktaki Sivil Savunma Teşkilatına gitmenin en kestirme yoludur.
Komşulardan Ömer Köse ‘en az 2 kişinin cinayeti gerçekleştirdiğini düşünüyorum’ diyor, zira ifadesine göre silah sesleriyle kaçan arabanın sesi arasında çok kısa bir süre bulunuyormuş. Ayrıca kimi komşular bir Beyaz Reno’dan bahsederken, kimileri de mavi bir Şahin’den bahsediyor. Bu tanıklıklar da cinayette organize bir ekibin parmağının olduğu, birilerinin gözcü görevinde bulunmuş olabileceği fikrini güçlendiriyor.
Polis ve tanıkların dikkatlerini çeken bir diğer husus ise Adalı’nın evin 40-50 mt uzağında öldürülmüş olması olur. Ayrıca kapıyı da kilitlemeden çıkmıştır. Evin içerisinde ise masada üç bardak bulunur. Halbuki Adalı o gün evde yalnızdır, eşi ve kızı orada değillerdir.
‘Anavatanda’ yaşanan bir trafik kazasında ortalığa saçılan kirli çamaşırlara, Kutlu Adalı suikastının kokusu da sinmiştir. Kazada ölen ‘derin devletin’ ünlü tetikçisi Abdullah Çatlı’nın Mehmet Özbay kimliğiyle aynı yıl 26 Nisan-1 Mayıs tarihlerinde Kıbrıs’ta bir otelde kaldığı ortaya çıkar. Çatlı Kıbrıs’a ‘Kumarhaneler Kralı’ Ömer Lütfi Topal ile birlikte gelmişti.
Susurluk kazasında, araçta Adalı suikastının de silahı olan Uzi marka bir tabanca vardır. Aynı yıl 28 Temmuz’da Ömer Lütfi Topal öldürüldüğünde de, cesedinin yanında Uzi şarjörü bulunur. Bu konuyla ilgili soruşturmada, Susurluk Davasından mahkum olacak olan eski Özel Harekatçı İbrahim Şahin ‘‘Uzi silahları sadece özel harekâtçılar kullanır. Uzi şarjörünü bizi bu olaya karıştırmak için bırakmışlar’’ diyecekti.
Acaba Adalı suikastına de mi birileri Özel Harekatçıları karıştırmak istiyordu? Bunu öğrenemedik, çünkü suikastın balistik raporu Türkiye’deki kayıtlar ile genişletilmedi, Kıbrıs ile sınırlı kalındı.
Soruşturma Bitiriliyor
Suikastı araştırmak için toplanan polise bağlı Tahkikat Kurulu bazı isimleri sorgular, bazı incelemeler yapılır. Sivil Savunma Teşkilatına mensup Hüseyin Demirci ve Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığından Albay Orhan Ceylan’ın isimleri geçer ancak yeterli delil bulunamaz. Demirci’nin o gün Lefkoşa dışında daha sonra tahkikat kurulunda yer alacak olan bir polisle yemektedir. Soruşturma dosyası iki yıl sonra 4 Mart 1998’de kapatılır.
Soruşturma yıllar sonra İlkay Adalı’nın girişimleri sonucu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınır. Suikast sonrasında birçok baskıya maruz kalmış, tehditler almış, yetkililerden yeterince bilgi alamamış, hatta yeri gelmiş kendisine balistik raporları bile sunulmamıştır.
İlkay Adalı’nın başlattığı AİHM süreciyle birlikte soruşturmadaki bütün absürtlükler kayıt altına alınmış olur
- Mesela suikast gecesi Kutlu Adalı’nın evinden ve terastan parmak izi alınmaz, hal bu ki evin içerisindeki masada 3 adet bardak vardır, o gün evde Adalı dışında kimse olmamasına rağmen neden 3 bardak vardır?
Polis olay mahallinin fotoğraflarını çekmez ve o kadar ki polisin yerine fotoğrafların çekilmesini İlkay Adalı sağlayarak AİHM’e sunar,
Kutlu Adalı’nın bedeninden çıkan kurşunların balistik raporu, sadece Kıbrıs’taki kayıtlarla karşılaştırılır, Türkiye’deki kayıtlarla karşılaştırma yapılmaması soruşturmanın kapsamını büyük oranda daraltmıştır,
Kutlu Adalı’nın Sivil Savunma Teşkilatı ve Galip Mendi’ye yönelik eleştirilerinin bilinmesine rağmen, polisler Galip Mendi’nin ifadesini almaz,
Garip bir şekilde, KKTC Hükümeti AİHM’deki duruşma başladıktan sonra ek bir soruşturma yapma gereksinimi duyar,
Suikastten 6 yıl 7 ay sonra yapılan bu soruşturmada, kilit konumdaki iki ismin ifadesi ilk defa alınır. Bunlar olay yerine ilk gelen Eybil Efendi ve mahallenin muhtarı olan ve Adalı’nın evine polis ile birlikte ilk giren isimlerden Ali Rıza Görgöner’dir,
Suikast mahallinden kaçarken görüldüğü söylenen Şahin marka bir araç vardır. Ancak polis bu aracın peşine düşmez ve AİHM’e adada 47.640 Şahin bulunduğu yönünde bir savunma yapılır,
2005 yılında AİHM, Türkiye Cumhuriyeti’ni 75 bini mahkeme masrafları olmak üzere 95 bin Euroluk bir tazminata mahkum eder. Kararda cinayetin devlet yetkililerince yapıldığına dair “şüpheye yer bırakmayacak şekilde delil bulunmadığı” ancak soruşturmanın eksik ve sorunlu bir şekilde gerçekleştirildiği belirtilir.
Sonuç olarak Kutlu Adalı’nın katli, Manastır olayını gölgede bırakmıştır. Zaten Adalı’nın suikastı için yapılan soruşturma da yeterli değildir. Yıllar boyunca, o gün Barnabas’a gidenlerin hangi devlet yetkilileri olduğu, o gün oradaki kazı sonrasında neyi aldıklarına dair sorular asla cevaplandırılmaz.
Sedat Peker devlet içerisindeki yasadışı faaliyetler ile ilgili yaptığı itiraf videolarında tıpkı ‘bir çok fail-i meçhul suikastte olduğu gibi’, devletin güvenlik bürokrasisinde yıllarca kritik görevlerde bulunmuş olan ve haklarında hüküm de bulunan Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in kendisiyle iletişime geçtiğini belirtti. Kıbrıs’ı Rumlara satıyor dedikleri Kutlu Adalı’nın öldürülmesi gerektiğini söyleyen Eken, kendisinden bir tetikçi talep etmişti.
Rumlara Kıbrıs’ı satma iddiasi cinayet dosyasında da bulunduğu düşünülen Kıbrıs Postası’nın yayınladığı Adalı ailesine dönük bir tehdit mektubunda da karşımıza çıkıyor;
"...Biz Doğu, Güneydoğu Anadolu'muzda, kahramanca Türklüğe yakışır bir şekilde Ermeni bozuntusu kuyruklu vahşi Kürtlerle uğraşırken, siz Yavru Vatanda karı-koca, hem de basın vasıtasıyla Türkiye ve Türklere karşı adeta Rum yanlısı hareket ve hakaretlerde bulunuyorsunuz”
Bazı konularda sorular sorulması, soruyu soranın kolaylıkla bir ‘düşman’ olarak fişlenmesini ve tabiri caizse katlinin vacip olduğunun ilanını beraberinde getirebiliyor. Katillere bu hakkı veren, kendilerini ‘Yüce Türk’ün Kahramanları’ olarak görebilmelerinden, tehdit mektubunu bu şekilde imzalayabilmelerinden geliyor.
Bahsi geçen itiraflara göre, Adalı’nın suikastı için Peker kardeşi Atilla Peker’i önermiş, ancak daha sonra kendilerine ‘o iş halloldu’ cevabı verilmişti. Sedat Peker’in itirafından sonra savcılığa KENDİSİ GİDEREK ifade veren Atilla Peker birçok detay paylaştı.
Korkut Eken ile buluşmuş, KKTC’ye gitmişlerdi. Burada Sivil Savunma Teşkilatından Galip Mendi ve Yarbay Enver Topuz kendilerini karşılamıştı. Galip Mendi ile Adalı hakkında konuşmamış, ama Eken ile birlikte Adalı’nın evinin etrafını gezmişlerdi. Bir süre sonra suikastı o an gerçekleştiremeyeceklerini anlayarak Türkiye’ye dönmüşler, ileride aralarında geçen bir konuşmada da Atilla Peker’e ‘o işin hallolduğu’ bilgisi verilecekti.
Eski Defterler Tekrar Açılıyor
Peker kardeşlerin itirafları sonrasında o dönem adım at(a)mayan yöneticiler bir bir konuşmaya başladılar;
Galip Mendi, Korkut Eken ve Atilla Peker’in gerçekten de yanlarına geldiklerini ama Kutlu Adalı ile ilgili bir konuşma yapmadıklarını söyledi. Atilla Peker de ifadesinde aynısını söylemişti. Mendi ayrıca Barnabas Olayı ile de ilgili olarak, PKK militanlarının Manastıra silah gömdüklerini, operasyonun da bu yüzden gerçekleştiğini ileri sürdü. Gelenlere Beyaz Toros da bunun için tahsis edilmişti.
Yani adada operasyon yapacak yeterince asker yok muydu? Korkut Eken’in Manastır Olayında rolü var mıydı?
Dönemin Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş, Sözcü’den İsmail Saymaz’a ‘Kıbrıs’ta o dönem Türkiye tarafından direkt veya Türkiye eliyle bir şey yapıldığında çok fazla sorgulanmazdı, bir bildiği var diye.’ der.
Yenidüzen’den Ayşe Güler’e yakın zamanda konuşan dönemin Başbakanı Hakkı Atun da aynı noktaya parmak basar; “işin ucu Türkiye’ye bağlıydı, ne Barnabas Soygunu ne de Adalı cinayetinde, Kıbrıslı yöneticilerin yapabileceği bir şey bulunuyordu”.
Dönemin bir diğer Başbakan yardımcısı Mehmet Ali Talat da benzer şeyleri söyledi; “askeri vesayet adada kendisini hissettiriyordu ve sivil yöneticilerin olayın peşine düşmesinin imkanı yoktu”. Hatta Talat daha da ileri gitti; “eskiden askeri düzeyde müdahaleler vardı, şimdi siyasi düzeyde”.
Bugün ‘siyasi düzeyin’ en üst noktasında bulunan Cumhurbaşkanı Ersin Tatar 24 Mayıs’ta ‘gerginliğe gerek yok, yasa dışı bir şey varsa araştırılır’ dedi. Bir cinayetin yasalı olabilir mi ki? Yine aynı ‘siyasi düzeyin’ bir alt kademesi olan KKTC Başbakanı olan Ersan Saner “Bu konuda polise gidip ifade vermediğiniz sürece, bu bir iddia olmaktan öteye gitmez” diyerek, “Yeni bir olgu çıkarsa, polisimiz harekete geçecektir” dedi.
Rüyamızda Bile Göremeyeceğimiz Suçlar
Kutlu Adalı’nın da parmak bastığı nokta tam olarak adalı sivil yöneticilerin kendilerini soktukları ya da zorla sokuldukları bu çarpık ilişkiler ağıydı. Bugün hala, adı ‘yavru vatan’ olan, yüzbinlerce insanın vatandaşı olduğu bir ülke, askeri valiliğe bağlı bir sömürge gibi yönetiliyor.
Ve bugün hala, her ne kadar bazı soruşturmalar açılmış olsa da, Adalı’nın da sorduğu, öldürülmesinin de bize gösterdiği bir çok soru orta yerde duruyor;
PKK neden bir Manastırın Lahit bölümüne silah gömme gereksinimi duyar?
Eğer gömülmüş olan silahlar aranıyor idiyse, neden sadece belli bir nokta kazınmıştır?
Yoksa operasyonu yapanlar, silahları ‘elleriyle koymuşçasına’ tek seferde bulabilmiş miydi?
Bu operasyonun bilgisi Kıbrıslı bakanlardan, örneğin Manastırın bağlı olduğu Milli Eğitim ve Kültür Bakanı Ahmet Derya’dan neden saklanır?
Adalı’nın söylediği şekilde Kıbrıs Türk toplumunun sivil yöneticilerinin bu olayda pasif bir pozisyona zorlandığını bugün o yöneticiler kendi ağızlarıyla belirtmiş olmadılar mı?
Kutlu Adalı’nın o son yazısında söylediği gibi Kıbrıs’ta adanın Türkleri ‘rüyasında bile göremeyeceği’ birçok suça şahit oldular ve hala da oluyorlar. Bu suçlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kirli olmakla itham edilen ‘derin devletinin’ ada üstüne düştüğü gölgeden başkası değildir.
Yorumlar
Yorum Gönder